Dicle'nin sızısını dindiren beste!
haber, kırık kulak, manşet, müzik, röportaj, sohbet 14:30
Besteci ve düzenlemeci Erol Mutlu’nun ilk solo albümü Ateş Düşer Şarkılara, kısa bir süre önce dinleyicilerle buluştu. Türkçe, Kurmancî ve Zazakî besteler yapan Erol Mutlu’nun albümüne Erkan Oğur, Aynur Doğan, Ahmet Aslan gibi isimler katkı sunuyor. Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever’in şiirlerini, Kürt yazar Mehmed Uzun’un bir şiirini besteleyen Mutlu, albümde Davut Sulari’nin Zazakî bir parçasını da seslendirdi.
Mutlu, Aynur Doğan’a yönelik ırkçı tepkiler ve Alevi müziğinin bugünkü durumu üzerine düşüncelerini bizimle paylaştı. Albümünde şiirlerine yer verdiği İkinci Yeni akımı, şiir-müzik ilişkisi üzerine yaptığımız sohbet, müzik endüstrisinde ‘ustalığa’ karşı hep kendini yeniden üreten bir müzisyenin görüşlerini yansıtıyor.
“Benim değişik dillerde şarkılar yapma sebebim şudur: Bu topraklarda yaşayan başka diller var ve o dillerle oluşan bir edebiyat geleneğine yaslanıyoruz…”
“Aynur Doğan’a yapılan saldırılar yeni durumla alakalı. Kürt sorununda inkar, yerini, tanıyarak aşağılamaya, kendinden uzak tutma çabasına bıraktı…”
Yeni albümünüzün künyesine baktığımızda Erkan Oğur, Aynur Doğan, Ahmet Aslan, Yurdal Tokcan, Serkan Çağrı gibi isimler göze çarpıyor. Albümün hazırlık aşamasından bahsedebilir misiniz?
Albümde yer alan konuk müzisyenlerin tümünün farklı bir hikayesi var. Birkaç yıl önce, Dersim’de düzenlenen Munzur Festivali için bir jenerik müziği istenmişti Kalan Müzik’ten. Bu jenerik müziğinin vokallerini Ahmet Aslan’la birlikte yapmıştık ama hazırladığımız şarkı bir köşede jenerik müziği olarak kalmıştı. Şarkıyı gözden geçirip mix’ini de yeniden yaparak albüme koyduk.
Kalan Müzik’te daha önce de birlikte çalıştığımız Aynur’un vokal yapmasının bir sebebi var: Kürtçe’de nehirler dişildir. Bir kadın sesi Dicle’nin Yakarışı şarkısı için daha anlamlı olacaktı, hatta belki de tamamını Aynur söylemeliydi. Aynur’un sesi de nehrin sesine benzer, su gibidir.
Erkan Oğur çok sabırlı bir müzisyen. Bel ağrıları tutsa bile saatlerce çalmaya devam ediyor. Oğur sazı ve perdesiz gitarıyla şarkıya kendi yorumunu kattı. Üstadımız olarak ona müteşekkiriz.

Aslında İkinci Yeni şairlerine dikkatimi yıllar önce Işın Kucur çekmişti, albümde gitarları da kendisi çaldı. Resim ve desenleri ise, yine İkinci Yeni’yi çok seven heykeltıraş arkadaşım Adnan Doğan hazırladı. Kapaktaki renkler, İkinci Yeni’de sık sık geçen imgelere benzer, rüzgar, ateş, güneş ışınlarının limon dilimi gibi düşmesi, boş çarşılar, akşam üstleri, yalnızlık… Bunların çağrıştırdığı duygular, renkler üzerinde oynayarak yapıldı. Ortak beğenilerimiz üzerinden hazırlayınca, albümle uyumlu bir kapak oldu sanırım.
Turgut Uyar’ın şiirinde imge olarak ‘su’yun özel bir önemi vardır. Siz bir istisna olarak “su da önemli ama / ateştir benim ustam” dizelerini kapağa almışsınız.
Elli İki Hane’nin şöyle bir özelliği var: Uyar, halk şiiri tarzında pek yazmaz. Bu, halk şiiri tarzında yazdığı nadir şiirlerden biri ve kendi özgün söyleyişine oturtmuş. “Oy farfara farfara” hep keyifli bir anlatıma doğru gidecekmiş gibidir ama Uyar’ın şiirinde “ateşli silahlara, ateş düşer çarşılara” gidiyor, aslında bir ezberi bozuyor...
Onları olumsuzlamak için söylemiyorum ama İkinci Yeni şiirleri uzun yıllar hep Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Bülent Ortaçgil gibi müzisyenlerin tekelinde göründü. İlk kez farklı bir soundla İkinci Yeni karşımıza çıkıyor. Siz müziğinizi mevcut tarzlardan birine yakın görüyor musunuz?
Yaptığım şarkıların bazı tarzlara yakınlığı varsa bu amaçladığım bir şey değil ama bu türden sızmalara da engel olmuyorum. Ben bağlamaya Orhan Gencebay şarkıları çalarak başladım, arabeskten de faydalanılması gerektiğine inanıyorum. Sonraki dönemler Ruhi Su, Neşet Ertaşlarla halk müziği, sol-protest müzikler, Ahmet Kaya, Yeni Türkü ve benzeri denemeleri dinlerken, üniversite yıllarında da rock müzik dinledim: Led Zeppelin, Jimi Hendrix, Pink Floyd, Doors, sonraki yıllar L. Cohen, T. Waits… Böyle olunca ister istemez tümü müziğinize bir şekilde yansıyor. Albümdeki parçaların özgün müziği çağrıştıran yanları var ama bir yandan etnik müziği, yer yer de alaturka müzikleri çağrıştıran yanları da var. Müzikte farklı etkilere açık olmanın verimli olacağını düşünüyorum. Özgün ya da deneysel demek yerine “serbest çalışma” demeyi tercih ediyorum.

Bu topraklarda sadece Türkçe yazılmadığını hatırlamak gerek. Edebiyat dendiğinde sadece Türk dili ve edebiyatını değil, Kürtçe, Ermenice, bulabilirsem Süryanice, bu topraklarda kullanılan tüm dilleri ele almak isterim. Benim değişik dillerde şarkılar yapma sebebim de budur, bu topraklarda yaşayan başka diller var ve o dillerle oluşan bir edebiyat geleneğine yaslanıyoruz.
Mehmed (Uzun) abinin Hawara Dîcleyê adlı kitabında manzum yazılmış bölümler vardır. Vefatından yıllar önce bir sohbetimizde bunları bestelememizi istemişti. O dönem araya giren işler nedeniyle mümkün olamadı. Daha sonra ben kendisinden izin alıp romandaki manzum yazılmış bir bölümü bestelemeye başladım. Müziğini taslak düzeyinde bile maalesef Mehmed abiye yetiştiremedim, dinlemesini isterdim.
Geçmişte Mahzuni Şerif’in ölümü üzerine aşık geleneğini sorguladığınız bir yazınızda “genç Alevi müzisyen kuşağının aşık geleneğini yaşatması”ndan söz ediyorsunuz. Bu albümde de bir Davut Sularî parçası yer alıyor. Aşık geleneğinde kendinizi bir yere koyuyor musunuz?
Öyle bir çabam yok, iddiam da yok. Davut Sularî’yi seçmemin sebebi farklı. Sularî, at sırtında sazıyla dolaşan, cemlere giden bir ozan. Mahzuni aşık müziğinin son büyük temsilcisi olarak kabul edilebilir ama “gezgin, aşık-dede” anlamında da Davut Sularî o geleneğin son temsilcisidir. Esasen Dersimli bir aşıktır ve ana dili Zazaca’dır ama ürettiği eserlerin çok büyük bir bölümü Türkçe. Türk halkının diline büyük katkılarda bulunmuştur. Kendi anadilinden okuduğu şarkılar ise genelde bilinmez, zaten birkaç tanedir. Bu kimliğinin bilinmesini istedim özellikle. Çünkü halklar arasındaki kültürel geçişler böyledir, örneğin Yaşar Kemal Türk dilini zenginleştirmiştir ama Kürttür, herkes bilir. Davut Sularî de Türk diline önemli katkılar sunmuştur ama esas kimliği farklıdır, kardeşlik adına bu da bilinsin.
Aşık Mahzuni’ye gelirsek, onun ölümü üzerinden sorduğum soru şuydu; “80’lerden sonra Alevi müzisyenler şehre geldi. ‘90’ların koşullarında kent ortamında, Alevi kültüründeki aşık geleneğinin üstlendiği işlev yeni zamanlarda nasıl karşılanabilir?” Burada da 80’li yıllarda yetişmiş, 90’larda ilk ürünlerini vermiş, 2000’lerde ise olgunluk dönemini yaşayan Alevi genç müzisyenler akla geliyor. Kalan Müzik’ten çıkan Kızılbaş albümlerinde sazıyla sözüyle üretim yapan çok sayıda genç Alevi müzisyen olduğunu göreceksiniz. Onların bu müziği geliştirerek sürdürmesi önemli. Ben kendimi onların yanına koyamam, çünkü bütünüyle Alevi müziği alanında çalışmıyorum.
Yeni açılan televizyon kanalları sayesinde Alevi müzisyenler için bir klip alanı da açıldı…
Evet, klip alanı var, ama oralarda belli başlı bir kaç imge var. Beyaz gömlek, kollar kıvrılmış, koşan atlar, yarılmış çorak toprak, çıplak ayakla yürüyen bir genç, yanan-kırılan bağlamalar… Biraz dağ, biraz gurbet, biraz sılada kalmış sevgili… Tabii Alevi müziğinin oralara sıkışmaması lazım, bu kapıda bekleyen bir tehlikedir. Alevi müziğinin içe dönük, kapalı anlatımlardan çıkarak dışarıya dair de sözler söyleyen bir müzik olabilmesi önemli. Bir dış mekan olarak türkü barlar da bu anlamda çok da olumlu bir etki yaratmıyor.
Siz de barlardan uzak duruyorsunuz sanırım.
Kuzey İrlanda’da barlar muhalif kültürün yaşatıldığı yerler olabilir ama Türkiye’de pek öyle görünmüyor.

Bu güzel bir soru, çünkü Korkulu Ustalık adlı kitapta Turgut Uyar’ın 1955’te yazdığı ve kitaba adını veren bir yazısı var, çok önemli. Ben müzik üzerine benzer şeyleri düşünürken, Turgut Uyar’ın yıllar önce edebiyat üzerine aynı şeyleri yazmış olduğunu öğrendiğimde mutlu olmuştum ki birkaç ay oluyor bunu keşfedeli. Kendime sağlam bir arkadaş bulduğumu düşündüm.
Uyar’a göre bir sanat dalında ustalık söz konusuysa yeni arayışlar durmuştur. Dolayısıyla ‘ustanın’ amatör coşkuyu, yeniden başlayabilme cesaretini göstermesi gerekir. Bir genç şaire yazdığı açık mektupta yine mealen “Yakın şiirlerinizi, kolay beğenmeyin ve şairanelikten uzak durun” diyor. Turgut Uyar’ın söyledikleri aslında bugüne de dair çok önemli bir bakış açısı veriyor bize: Kendini yeniden yaratmak, kendi tabiriyle “kendini yeniden icat etmek”. Eğer “ben artık usta oldum” noktasına geliyorsanız, ciddi bir sıkıntı var demektir. Çünkü artık yapılan Uyar’ın dediği gibi “yaratma değil çoğaltmadır”, alışkanlık halini almış bir üretimdir. Benzer bir durum şu anda müzikte de yaşanıyor. Ben çalışmalarıma etnik müzik üzerinden devam edebilirdim ama geçmişteki sound içinde, o müziğin düzenleme anlamında sunduğu olanakların sınırına dayanmıştık bence. Başarabildiğim iddiasında değilim ama, bazı noktalarda sıfırdan başlayarak, farklı bir yolu zorlayarak, kendinizi yeniden üretebilmeniz gerekir.
KÜRTLERİ İNKAR DÖNEMİ BİTTİ, ARTIK ‘TANIYARAK DIŞLAMA’ DÖNEMİ
Sizin de birlikte çalıştığınız Aynur Doğan geçtiğimiz günlerde katıldığı caz festivalinde Kürtçe söylediği için yuhalandı. Ahmet Kaya’nın yuhalandığı olay için “Kürtçenin kamusal alanda reddedildiğini” yazmıştınız. Aynur olayı da benzer mi?
Bence burada artık daha farklı bir durum var. Akademisyen Cenk Saraçoğlu, yeni durumu şöyle kavramsallaştırmıştı: “Tanıyarak dışlama”. Kürtlerin olmadığı, Kürtçe diye bir dilin olmadığı iddia edilmiyor. Kürtlerin var olduğu, bunların bir dili olduğu, o dilin olanakları aşağılansa bile, inkar edilmiyor. Biz de Kürtçe çıkmış kitapları televizyon programlarında masaya koyup “bakın işte Kürtçe var” deme mecburiyetinde değiliz artık.
Ama yeni bir durum oluştu, şimdi Kürtlerin varlığı artık sürekli kriminalize edilen bir varlık olarak görülüyor. Bu ayrımcı söylem, birçok suç kategorisini, doğrudan Kürtleri işaret edecek şekilde etnikleştiriyor: Hain, bölücü, mafya, hırsız, terörist, eli uzun, kapkaççı… İnkar yerini tanıyarak aşağılamaya, kendinden uzak tutma çabasına bıraktı. ‘Sen Harbiye’ye bir Kürt sanatçı kimliğiyle nasıl çıkarsın, hadi çıktın, bizim mekanımızda nasıl Kürtçe okursun?’ hali. Yoksa o konsere gidenler Aynur’un orada olacağını, hangi dille, ne söyleyeceğini bilerek gittiler.
Ne var ki Aynur’u savunurken ileri sürülen bir yanlış argüman da var. Aynur’u samimi biçimde savunduğuna inandığım bazı insanlar “Okuduğu şarkı zaten bir sevda şarkısıydı, yarım kalan şarkısı ‘ayran’ üzerineydi, bunda ne var ki?” diyerek Aynur’u savunuyor. Buna gerek olduğunu sanmıyorum, Aynur orada içeriği farklı ya da protest bir şarkı da okuyor olabilirdi. İyi niyetle söylendiğini biliyorum ama Kürtçenin, içerik üzerinden masumlaştırılarak savunulmasında bir hata var.

Hikaye belli aslında, sadece Zeytinburnu’da değil, birçok yerde insanlar küçük gettolar halinde yaşıyor. Osmanlı döneminde halkların barış içinde birlikte yaşadığı iddia edilir, ama ben artık pek emin değilim. Barış içinde yaşansaydı 1900’lerin başında Süryani-Keldani katliamı, Ermeni soykırımı, mübadeleler, sürgünler bu kadar rahat gerçekleşebilir miydi? Halkların iç içe, birbirine tutunarak yaşadığı bir coğrafyada katliamlar bu kadar kolay olamazdı. Bugün de Aydın’da, Erzurum’da Kürtlere kolay saldırılamaz, Karadeniz’de tütünde, fındıkta çalışan Kürt işçiler kolay kovulamazdı.
Zeytinburnu kritik bir bölgedir. Türkler, Tatarlar, Kürtler, Arnavutlar, göçmenler yan yana yaşarlar ama pek iç içe değil, gettolar halinde. Yaşananlar tehlikeli, ateşlenirse yayılabilecek bir durum.
Umutsuz bir tablo çizmiyorum, gerçekçi düşünmeye çalışıyorum, bu sorun çözülmezse olacaklar böyledir. Sorun eninde sonunda çözülecektir, daha ne kadar gidebilir ki bu durum? Hepimizin hayatından gidiyor. Sorunun çözülmesini engellemeye çalışabilirler, bariyerler koyabilirler, ki bunlar da yapılıyor zaten, ama artık geçmişe dönülemez.
Röportaj: Hakan Demir
(sendika.org)